Sayın Fırat Aydınkaya, “Şeyh Said Hareketi ‘Gerici miydi’ ve akabinde “#Kürtler#de ‘Aşağıdan Tarih’ Üzerine Notlar 1 adlı makalelerinde Kürt tarihine farklı açıdan yaklaşıyor ve iki tespitte bulunuyor.
“… 19. yüzyıldan başlayan Kürt isyanlarının ana karakteri “aristokrat milliyetçi” falan değildi. Kürt tarihini, Kürt aristokratlarının biyografisi olarak okumaktan artık vazgeçmemiz gerekiyor. Belirtilen tarihten itibaren başlayan Kürt isyanları anti kolonyal bir ruhtan beslenen Kürt köylülerinin özgürlük özlemlerini temsil ediyordu.”
Sayın Aydınkaya, 19. yüzyıldan başlayan 1940’lı yıllarda kırılan ( #Koçgiri#, 1925 ve Ağrı ayaklanmalarının ayrı değerlendirmek gerekir.) Kürt egemen sınıflarının (Kürt aristokratlarının, dini şahsiyetlerin) önderlik ettiği direniş veya başkaldırıların aslında giderek mülksüzleşen Kürt köylüsünün ‘anarşizan’ ruhunun etkisiyle ‘devrimci Kürt köylüsünün’ hareketi olduğunu söylemektedir. Sayın Aydınkaya, merkezden uzak kırsal alanda yaşayan köylülerin, özgürlüklerine düşkün, politize ve organize bir karakter taşıdığını, bu nedenle de ‘devrimci bir sınıf’ olduğunu ve başkaldırı dönemlerinde ‘toprak sahibi feodallerle’ işbirliği yapmadığını ifade eder. Konunun daha iyi anlaşılması açısından yazının bir bölümünü aktaralım:
“…,Kürt köylülerini politize eden en önemli amil, yurtlarına ikinci kez el konulması ve bunun sonucunda ise mülksüzleştirilmeleriydi. 19. yüzyıl boyunca merkezden uzak Kürt köylülüğünün merkezden uzak kitleleri tahakküm kabul etmez kısmi bir anarşizan tutuma sahipti. Kolonyal seferlerden başlayarak özgürlüklerini korumak için uzun süreler boyunca mukavemet gösterdiler. Onlar ne Marx’ın dediği gibi bir çuval patates gibiydi, ne Engels’in dediği gibi burjuvazi ile aynı çıkarlara sahipti, ne de Hobsbawm’ın dediği gibi pre-politikti. Ayrıca Komintern’in isyan döneminde öne sürdüğü gibi toprak sahibi feodallerle işbirliği yapmaları da söz konusu değildi. Kelimenin tam anlamıyla kırsal hayatın içinde yalıtılmak suretiyle, zayıf düşürülüp kolonyal seferlerle mülksüzleştirildiğinde, devrimci bir sınıf görünümü kazandılar.”
İki makaleyi bir arada değerlendirdiğimizde tarihin değişik dönemlerde farklı coğrafyalarda vuku bulan köylü hareketleri ve bu hareketlere dair yapılan değerlendirmeler yapılıyor. Ayrıca Marksist ekolün (Marx ve Engels’in) Avrupa’da meydana gelen köylü hareketlerine dair değerlendirmelerini kabul edilemez buluyor.
Makalenin birinci bölümünde belirttiğim gibi, Kürt milliyetçi hareketinin karakteriyle ilgili sorunlu gördüğüm hususlar üzerinde durmak istiyorum. .Bu nedenle ‘Dünya köylü hareketi’ kısmına girmeyi anlamlı ve yararlı bulmuyorum. Daha ziyade Kürdistan toplumunun sosyolojik yapısını (aşiret-aşiret konfederasyonu-emirlik sistemini) ve toplumun yönetilmesinde-yönlendirilmesine etkili mezhep-tarikat ilişkilerine kısaca bakmaya çalışacağız. Akabinde 1925 Kürt hareketinin toplumsal dinamiklerine, harekete geçen veya geçmeyen kesimlerin tutumlarına etki eden nedenlere değineceğiz.
Günümüzde sosyal bilimcileri bekleyen en önemli sorun, toplumsal analizlerde kullandıkları terimler, farklı zaman dilimlerinde ve farklı mekânlarda yaşayan toplulukların mukayese edilebilmelerdeki sıkıntıdır. Bir başka ifade ile Avrupa’daki self-senyör ilişkisi, Hindistan’daki kast sistemi ile Kürdistan’daki aşiret-emirlik sisteminin iç işleyişi ve ayrıştırıcı-birleştirici dinamikleri çok farklıdır. Ayrıca bir toplumsal grubun kimlik yapısı oldukça karmaşık ve kendine has özellikler taşıdığından genel kavramlarla kategorize etmek olanaklı değildir. Prof. Hakan Özoğlu, bu hususa işaret eder ve şunları söyler: “ Bir grubun toplumsal kimliği öyle bir şeydir ki zamanı ve yeriyle ilişkili olarak kendine has özellikler gösterir. Grup kimliği-çok biçimli ve sürekli değişim halinde bir varlık olan-kültürle yakından ilgili olduğu için “grup kimliğini oluşturan nedir” ve “bir toplumsal grubun sınırları nelerdir” gibi sorulara evrensel cevaplar bulmak imkânsızdır.”[i]
Buradan hareketle bugün bile kısmen de olsa etkisini devam ettiren aşiret sistemi ve bunun üst yapılanması kabul edilen aşiret konfederasyon- emirliğin yapısı, aidiyeti, yer ve mekâna göre farklılıkları hakkında ortak bir anlayış birliğinin olduğunu söyleyemeyiz. Aşiret yapısının klasik feodalite benzerlikleri olsa bile oldukça farklıdır. Aşiret bireyleri arasında aidiyet var olduğunu, aşiretin farklı kolları arasında rekabet olsa da ortak aşiret kimliğini bağlayıcı olduğunu biliyoruz. Richard Tapper’e göre aşiret; “Örgütlemenin hakim şeklinin akrabalık olduğunu ve mensuplarının kendilerini kültürel olarak( gelenekler, lehçe, dil ve köken anlamında) ayrı gördüğünü yerelleşmiş bir grup” [ii]diye tanımlar. Bu nedenle aşiret bireyleri arasındaki ilişkilerin köylü-ağa ilişkisi şeklinde sınıflandırmak zordur. Aşiret idare eden ailelerin ekonomik olarak daha iyi durumda olduklarını; aşiretin diğer bireylerinin topraksız olmadığı, ortak aşiret kimliğini belirleyici olduğunu ve bu durumun zaman içerisinde daha üst bir kimlikte (ulusal kimlik) birleşmeyi engelleyen en önemli faktörlerden biri olduğu açıktır.
Kürdistan’ın doğudan ve batıdan fetihlere maruz kaldığı dönemlerde Kürtler dağlık bölgelere sığınmayı seçmek zorunda kaldılar. Dağlara sığınma her aşiretin daha rahat yaşayabileceği, kendisinin kontrol ettiği vadilere yerleşmesini gerektiriyordu. Bu nedenle işgalcilere karşı topyekûn bir savunma söz konusu değildir. Her aşiretin kendi yaşam alanını savunduğu bir tarz gelişiyor, Kürtler aşiret denen birliklerine daha çok sarılmalarına neden oluyordu. Söz konusu durum hiyerarşik bir yapılanma olmadan sürdürmesi imkânsızdır. Bundandır ki hem Hülagu’nun hem de Timur’un komuta ettiği saldırılarda hatırı sayılır aşiret lideri öldürülür ve bazı aşiretler dağlardan sürülür. Dağlarda kalabilen aşiretler kendi kontrol ettikleri alanlarda bağımsız yaşamayı sürdürdüler. Nispeten en özgür oldukları dönemdir; ancak kendine has hiyerarşik bir örgütlenmeye sahiptirler.
İslam ordularının Kürdistan’a girişinden, Arap egemenliğinin başlamasından sonra Kürtlerin sosyo-politik yapısının değişmeye başladığını görüyoruz. Bazı Kürt beyliklerinin güçlenerek devletlere dönüştüğünü (Mervani-Eyyubi),görülür. Aşiretler varlıklarını sürdürmekle beraber feodalleşen beylik yapılanmalarına rastlanır. Bu ikili yapı Türklerin Anadolu’ya gelişleri akabinde Sefavi ve Osmanlı devletlerinin Kürdistan’ı yönetmelerinde oldukça işlevsel bir rol oynayacaklardır. Özellikle Osmanlı devlet biçimi, geçmiş yönetim deneyimlerinden istifade ederek, Machıavelli işaret ettiği “Güçlerinizi kuvvetlendirmeksizin zayıfların korunması ve güçlerinden şüphelendiklerinizin ise güçlerinin bölünmesidir.” metodunu en iyi Kürdistan’da hayata geçirmiştir. Osmanlıların ya Kürdistan’ı yakıp yıkarak ya da Kürtlerden bir yönetim mekanizması oluşturarak, Kürdistan’ı yönetmeleri gerekirdi. Doğuda Şii Sefavi devletinin varlığı ve Kürtlerle olan ilişkileri dikkate alındığında; Osmanlının Kürtlerle anlaşarak Kürtleri yönetmesi dışında seçeneği yoktur. Şah İsmail'in ’Şiiliği yayma pahasına uyguladığı şiddet metodunun aksine Osmanlının Sünni Kürt aşiretleri üzerinden yürüttüğü diyalog politikası etkili olmuştur.
Osmanlı devleti, her ne kadar Kürt beylik ve aşiretlerinin iç işlerine müdahale etmiyor görünse de kontrol etme bazında etkili bir sisteme sahiptir. Merkezi vilayetler ve idari olarak vilayetlere bağlı beylikler, sancaklarla sahayı kontrol ettiği bir ağa sahiptir. Osmanlının en fazla dikkat ettiği hususlardan birisi beylik ya da aşiretlerden birinin giderek güçlenmesi veya zayıflamasına müsaade etmemesidir. Örneğin Bedirhan Bey’in giderek güçlendiği 1840’lı yıllarda Osmanlı devleti idari bir düzenlemeye gider. Beylik idari olarak Diyar-ı Bekir’e bağlı iken beyliğin merkezi Cizre ayrılarak Musul vilayetine bağlanmıştır. Ha keza Cıbranlılar, Osmanlı arşivinden çıkan belgelere göre birkaç kez sürgüne tabii tutulmuşlardır. Sürgün aşiretin tamamına uygulanmamıştır. Aşiretin bazı kollarına veya o kollar içinde etkili olan şahsiyetlere uygulanmıştır. Söz konusu belgelerde gerekçe olarak, Cıbranlıların giderek kontrol edilemez duruma geldikleri belirtilir. Aşiretlere arasında çatışma zeminin yaratılması, çatışma dinamiklerinin diri tutulması ( farklı mezheplere sahip olma, farklı aşiretler veya aşiretin farklı kollarından olma) böl-yönet politikasının etkili bir şekilde uygulandığını gösterir.
1820’lere gelindiğinde Kürdistan’daki Osmanlının egemenlik sistemi farklılaşmaya başlar. 1514’lerde mutabık kalınan statünün sona erdirilmesi, Osmanlının gerilemesiyle paralellik gösterir. Kürtlerin politik ve ekonomik olarak geri plana itilmeleri, esas olarak Kürt beylikleri hedef tahtasına oturtulmasıyla kavga başlar. 1806-1809 Baban Beyliği, 1823-1836 Mir Muhammed, 1840-1847 Bedir Han Bey, 1855 Yezdanşer isyanları sayılabilir. Bunlar içerisinde şüphesiz en karizmatik olanı Bedir Han Bey’dir. Bedir Han Bey’in Kürt milliyetçisi olduğuna dair elimizde yeteri belge yok; ancak Kürt kimliği ile önüne koyduğu hedefi beraber değerlendirmek gerekir. İmparatorluğun hayli sıkıntılı yıllar geçirdiği bir dönemde, güçlenme- genişleme çabası, kendi adına para bastırması ve hutbe okutması giderek bağımsızlaşma çabasının emareleri olarak görülebilir. Kürt beyliğinden Kürt krallığını düşlemesi işin doğasına çok aykırı değildir. David McDowall, “İsyanlar sırasında bölgede bulunan Batılı kaynaklar da Kürt emirlerinin bağımsız bir yönetim kurmaya yönelik hedeflerden söz etmişlerdir.”[iii] Bedir Han Bey’in hedefi ister özerk siyasal bir yönetim ister bağımsızlık olsun aşiretçi toplumsal yapı, etkin merkezi yönetimin yokluğu, diğer Kürt aşiretleriyle yeterli bir diyalogun olmaması, Kürt kitlesindeki milliyetçi hissiyatın ( Halife ordusuna kılıç çekilmez.) zayıflığı başarısızlığın temel sebepleri arasında sayılabilir. Bedir Han Beyin başında bulunduğu Kürt beyliğinin ortadan kaldırılması, Kürt tarihinde beylik döneminin de sonu olacaktır. Beyliklerin ortadan kaldırılmasının yarattığı yerel otorite boşluğu bir süre sonra bölgenin din adamları (şeyhler) tarafından doldurulur. Kürtlerin ‘yeni’ yöneticileri artık dini misyona da sahiptirler ancak Kürdistan’daki dini otoritelerin Osmanlı devleti ile sıcak ilişkileri uzun ömürlü olmayacaktır. Bu aktörlerin başında Şeyh Ubeydullah gelir. Şeyh Ubeydullah, 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına dahil olmuşsa da sonuç pek de hayırlı değildir. Osmanlı ordusunun yanında savaşa dahil olan Şeyh Ubeydullah ve Şeyh Celalettin komutasında Kürt savaşçılar yenilgiye uğradılar ve geri dönmek zorunda kalırlar. Geri döndüklerinde Şeyh Celalettin, şaibeli şekilde ölür (ya da öldürülür); Şeyh Ubeydullah ise Sultanın emriyle Hacca gönderilir. Şeyh Ubeydullah ile Sultan arasındaki yakınlaşma başlamadan bitmiştir. Şeyh Ubeydullah gittiği Mekke’den geri döndüğünde Osmanlıya karşı 1881-82 yıllarında ayaklanacaktır.
Beylikler sonrası dönemde Şeyh Ubeydullah, Şeyh II. Abdulselam (Barzani) ve Şeyh Mahmut (Berzenci) dini ve yerel otorite olmalarının yanında siyasal kimlikleriyle Kürtlerin tarihlerinde özgün bir yere sahiptirler. Şeyh Ubeydullah, bölgede etkinliği olan Seyid Taha’nın oğludur. Aynı zamanda Nakşibendi tarikatına mensuptur ve Mewlana Xalid’ın ( Ziyaeddin Xalid Hüseyin) halifesidir. Şeyh Ubeydullah, toprak sahibidir ve sınırın iki yakasında aşiretler üstü bir etkiye sahiptir. Nakşibendiliğin, Kürtlerde yaygın olan Kadiri tarikatından daha radikal tutuma sahip olduğu bazı araştırmacılar dile getirir. Bu nedenle bazı araştırmacılara göre Nakşibendiliğin Kürtler içinde yayılmasından sonra ayaklanmaların başlaması arasında bir bağ olduğunu söylerler. Kürtlerin ağırlıkla Şafii mezhebine mensup olmaları, kendisi de Kürt olan Mewlana Xalid’ın etkisiyle Nakşibendiliğe yönelmeleri doğuda Şii Farslar ile batıda Hanefi Türklerle aynı zamanda farklılığı ortaya koymuştur. Şeyh Ubeydullah, Şemzinan Tekkesinin etkisini arkasına alarak hem dini hem de siyasi kimliğini birleştirerek bölgede etkili bir aktör haline gelmiştir. Şeyh Ubeydullah’ın milliyetçi kimliği nerdeyse tartışmasızdır. Kürt milleti tabirini kullanması, Kürtlerin kendilerini yönetmeleri gerektiğini vurgulaması oldukça önemlidir. Mıhemed Heme Baqi tarafından İran (1880 Dı Belgeyen Qacari de)[iv] arşivinden çıkarılıp yayımlanan belgelerde, Şeyh Ubeydullah’ın çeşitli misyon şeflerine yazdığı mektuplar ve yaptığı bütün görüşmeler oldukça ayrıntılı olarak yer almaktadır. Sadece Amerikan misyoneri Dr. Cochran’a yazdığı mektuptan bir kesit aktaralım:
“500.000’den fazla aileden müteşekkil olan Kürt milleti ayrı bir halktır. Dinleri (diğerlerinin dininden) farklıdır ve yasaları ve gelenekleri aynıdır. Biz farklı bir milletiz. Biz de kendi işlerimizin bizim elimizde olmasını istiyoruz ki böylece kendi suçlularımızın cezalandırılmasında güçlü ve bağımsız olabilelim ve diğer milletler gibi imtiyazlara sahip olalım. Bizim amacımız budur. Aksi takdirde, Kürdistan’ın tamamı, (Fars ve Osmanlı) hükümetlerinin ellerinde çektikleri sürüp giden kötü fiillere ve baskıya son vermedikleri için meseleyi kendileri ele alacaklardır.”
Ayrıca söz konusu belgelerde bölgede yaşayan farklı dini ve milli azınlıklarla (Ermeni, Nasturi vb.) hiçbir sorunları olmadığını ancak 1878 Berlin Anlaşmasının 61. maddesine atıf yaparak Kürtler aleyhine bir madde olduğunu buna razı olmalarının mümkün olmadığını belirttir. Bütün bu hususlar bir arada değerlendirildiğinde Şeyh Ubeydullah’ın dini misyonunun yanında politik bir lider olduğunu, dünyadaki gelişmeleri yakından izlediği, içinde yaşadığı toplumun hassasiyetlerini bildiğini söylemek yanlış olmaz. Daha ilginç bir tespite de 19. yüzyıl boyunca Rusların Kürtlerle ilişkileri konusunda rapor hazırlayan Yüzbaşı P.İ. Averyanov’un 1900 yıllarda yayımlanan kitabında rastlıyoruz. Bir bölümünü aktaralım:
“ Bizim anladığımız anlamda bir genel Kürt yurtseverliğine Kürtler kesinlikle sahip değiller; onlar Ubeydullah’ın bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yönelik geniş çaplı yurtseverce tasarılarını kavrayamadılar; Suni Kürt aşiretleri Celalilerin, bir Şii Tatarı olan Temir Han’ın ardından kendi soydaşlarına karşı yürümesi, Kürt aşiretleri arasındaki görüş ayrılıklarının ve iç çatışmalarının açık bir kanıtıydı.”[v]
Şeyh Ubeydullah’ın ayaklanması başarısızlığa uğrar ve sürgüne gönderildiği 1883 yılında vefat eder. Şeyh Ubeydullah’ın vefatı üzerine Seyyid Taha ailesinin bölgedeki etkinliği azalmaya başlar. Bölgede etkinliği artmaya başlayan aile ise Barzan şeyhleridir. Amediye emirlerinin soyundan gelen Barzaniler, Barzan mıntıkasına dedeleri Mesud zamanında yerleşirler. Ailenin bölgede dini bir otorite olarak varlık göstermesi Şeyh Teceddin dönemine rastlar. Barzan Tekkesi, Şeyh Taceddin zamanında kurulmuştur. Şeyh I.Abdulselam, Seyyid Taha’nın yanında dini eğitimini tamamladıktan sonra Barzan’a döner ve Barzan medresesini kurar. “Mevlana Xalid, Barzan Medresesine uğradığında Şeyh I.Abdulselam’ı halifesi olarak atar.”[vi] Şeyh I.Abdulselam 1872 yılında vefat ettiğinde bölgede ünü yayılmış bir din adamıdır. Yerine Şeyh Muhammed geçer. Bir süre sonra çevredeki aşiretlerin şikâyetleri sonucu Osmanlı yönetimi tarafından Bitlis’e sürgüne gönderilir. Sürgün dönüşü 1903 yılında vefat eder. Şeyh Muhammed’in beş oğlu vardır. Şeyh II. Abdulselam, Şeyh Muhammed Sadık, Şeyh Ahmet, Şeyh Babo ve şeyhlik unvanını kullanmayan Mela Mustafa Barzani.
Şeyh II.Abdulselam’in topluma bakış açısındaki farklılığı, etkisini çevrede kısa sürede gösterecek, bölgedeki saygınlığını artıracaktır. O günün şartlarına göre son derece radikal denebilecek yeni bir toplum projesini uygulamaya koyar. Özel mülkiyetin sınırlandırılması, topraksız köylülere toprak dağıtılması, zorla evlendirmenin, başlık parasının kaldırılması, her köye mescit açılması, ortak yönetim için konseyler oluşturulması, bölgelerini savunmaya dayalı silahlı bir gücün oluşturulması, gayrimüslimlere karşı hoşgörülü davranılması bu uygulamalarının bazılarıdır. Adalet ve eşitlik temelinde bir toplumsal örgütlenme modeli hayata geçirilir. İstişare/ müşavere ile alınan kararlar, köylüyü ilgilendiren sorunların çözümü için ortak akıl ile hareket etme mekanizmalarının oluşturulması demokratik yönetim anlayışının o civardaki ilk nüvelerini barındırır. Şeyh II.Abdulselam’ın bölgesinde uygulamaya koyduğu yönetim tarzı, dini liderliğin yanında siyasal liderliğe doğru evrilecek süreci de beraberinde getirir. 1907 yılında içlerinde Şeyh II.Abdulselam’ın da bulunduğu çevrenin ileri gelenleri, Şeyh Nur Muhammed Brifkani’nin evinde DUHOK VESİKASI’nı hazırlarlar ve bu vesika Kürt milli taleplerini içermektedir. Özetle Kürtçenin bölgede resmi dil olması, Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi, bölgeye Kürt ya da Kürtçe bilen memurların görevlendirilmesi ve toplanan vergilerin bölgenin alt yapısı için harcanması gibi talepler içerir söz konusu vesika. Talepler olayın muhatabı olan Osmanlı yönetimine sunulur. DUHOK VESİKASI bir otonomi talebidir. Osmanlının söz konusu talebe tepkisi oldukça serttir. Seferberlik ilan edilerek, bölgeye askeri hareket düzenlenir. Bu süreç 14 Aralık 1914’te Süleyman Nazif’in vali olduğu Musul’da Şeyh II. Abdulselam’in idam edilmesiyle sonuçlanır. 1919’da Şeyh Mahmut Berzenci liderliğindeki harekete baktığımızda toplumsal dinamikler aynı olmakla beraber, bölgede dengeler değişmiştir. Denkleme İran ve Türkiye’nin yanında Britanya da dahil olmuştur. Berzenci hareketinin amacı, ilişkileri, etkileri ve sonuçlarını ayrı bir başlık altında değerlendirmek gerekir. Her üç başkaldırının ortak özeliği, dini aktörler tarafından yönetilmeleri, siyasi taleplerle harekete geçmeleri, etkiledikleri köylü kitlesiyle manevi bağlarının(tarikat) güçlü olarak özetlenebilir. Bu noktadan baktığımızda köylü kitlesinin politik bir özne veya aşağıdan gelen kitleyi örgütleyip harekete geçiren siyasi figür yoktur. Çapı ne olursa olsun vuku bulan toplumsal başkaldırı veya direnişlerde, katılma ya da karşı olmayı belirleyen etmenin sınıfsal karakter taşıdığını söylemek zorlamadır. Bu durumda Şeyh Ubeydullah hareketine Celalilerin, Barzani hareketine Zibarilerin, Cıbranlıların yer aldığı bir harekete Hormeklilerin karşı durmasını izah edemeyiz. Kürtler arasındaki çatışmayı- ihaneti besleyen temel sosyal yapı aşiret/ mezhep farklılığı ve bu aidiyetler etrafında gelişen ilişkilerdir. Devam edecek…[1]