Adnan Menderes döneminde 'Amerikan yardımı' adı altında gemilerle Türkiye'ye gönderilen ve #Kürdistan#'da köylülere ucuza satılan zehirli buğdaylar nedeniyle #Amed#, #Urfa#, #Mardin# gibi kentlerde çoğu çocuk binlerce insan yaşamını yitirdi.
Yazar Vedat Çetin, bu trajik olayın müsebbibi hastalığın ortaya çıkışını, o dönemde yaşananları, hükümetin yaklaşımını, dönemin siyasi atmosferini, yayınlanmış yerli ve yabancı kaynaklarda yer alan rapor ve belgeler üzerinden yaptığı araştırmaları kitaplaştırdı.
Bu olayı ilk yazan ise Kürt Bilge Musa Anter'dir. Anter, Amed'e gelerek hastalığa yakalanan ilçeleri ve köyleri gezerek gözlemlerini kaleme alır. Anter, İleri Yurt gazetesinde bu olayı sık sık yazdıkça, dönemin Sağlık Bakanlığı da düzenlediği sahte raporlarla bu yazılara cevap verir.
Adnan Menderes döneminde 'Amerikan yardımı' adı altında gemilerle Türkiye'ye gönderilen ve Kürdistan'da köylülere ucuza satılan zehirli buğdaylar nedeniyle Amed, Urfa, Mardin gibi kentlerde çoğu çocuk binlerce insan yaşamını yitirdi. Olayı ilk Kürt Bilge Musa Anter, İleri Yurt gazetesinde haber ve yazılarıyla duyurdu. Birîna Reş (Kara Yara) adlı 4 perdelik piyes kitabı ile belgeledi. Olayın yerli ve yabancı gazetelere yansımasının ardından, dönemin hükümeti bunu yalanladı. Ancak yetkililerin yalanlamasına rağmen çocuklar her gün ölüyordu. Bir biyolojik kıyım örneği olan Birîna Reş, başta Amed olmak üzere, Kürdistan'ın birçok yerinde yaşı 60'ın üzerinde olanlardan bazıları olayı az çok ifade edebiliyor
Vedat Çetin
Yazar Vedat Çetin, “Apê Musa’nın ‘Hatıratım’ adlı kitabında Birîna Reş hastalığı ile ilgili yapmak istediği gezi ve araştırma gibi işlerden bahsetmişti. Ben de onun yapmaya fırsat bulamadığı o işleri üstlenmeye karar verdim kendi kendime.”
Raporlar Diyarbakır'da yoktu
Yazar Vedat Çetin, bu trajik olayın müsebbibi hastalığın ortaya çıkışını, o dönemde yaşananları, dönemin hükümetinin yaklaşımını ve hastalığa yakalanıp ölenlerin resmi ve gayri resmi bilançosunu, dönemin siyasi, sosyal ve kültürel atmosferini yayınlanmış yerli ve yabancı kitap, gazete ve dergileri, rapor ve belgeler üzerinden araştırmalar yapmış. Ayrıca o dönem hastalığa yakalanmış ama gördüğü tedaviler sonucu atlatmış ve halen yaşayan insanlarla görüşüp hikayelerini dinlemiş. Uzun yıllar bu hastalık üzerinde durduğunu ve ulaşabildiği bilgi kırıntılarını biriktirdiğini beliren Çetin, O dönemde bu hastalığa yakalanmış ve tanık olmuş birileriyle görüşmeyi çok istedim. Ulaştığım bilgiler arasında, Diyarbakır Numune Hastanesi doktorlarının raporları Diyarbakır'da yoktu. Yani böylesine önemli kitlesel toksikolojik felaketin yarattığı hastalığın merkezinde, herhangi bir arşivi söz konusu değildi. Bu raporu ne yazık ki, Hacettepe Üniversitesi Çocuk Hastanesi Kütüphanesi'nden edindim diyor.
Üzerinden 64 yıl geçti
Yazar, bu hastalığın ortaya çıkışı, o dönemde yaşananlar, bölgeye gelen yabancı heyetler, yabancı gazeteciler, yerel ve ulusal gazetecilerin yaptığı araştırmalar, dönemin hükümetinin yaklaşımını ve çocukların ölümünü başkarakter Musa adlı bir hastanın anlatımıyla gerçekliğin sınırlarında gezinerek ve sezdirerek anlatıyor.
64 yıl öncesinden yaşanmış ama halen izlerini taşıyan bir meselenin tartışılması, sebep ve sonuç üzerinden yeniden ele alınması gerektiği düşüncesiyle meşakkatli bir yola çıktığını söyleyen yazar Çetin, bu olayı kitaplaştırma hikayesini şöyle anlatıyor: İlkin belgesel formunda bir taslak hazırlığına giriştim. Bir yıl sonra kurmaca formunda yazmaya başladım. Bitirdikten sonra, bir süre bekledim. Edebi yönden kaygılarım vardı. Geniş bir okur kitlesine ulaşsın, hatırlansın, bir yüzleşmeye, hesaplaşmaya davet etsin diye sadece kurmaca formuyla yazarken sırtında kambur oluşan bir edebi forma dönüşür kaygısını hep taşıdım. Derken dosyanın adını, kurgusunu değiştireceğim üçüncüsünü yazmaya koyuldum. Yine de arzuladığım sonucu alamamıştım. Daha sıkı bir çalışma programıyla dördüncü yazım yolculuğuna çıktım. Fazlalıkları kesip atarak, sade bir anlatımla sakin bir final noktasında karar kıldım.
Bir hastanın gözünden...
Yazdığı romanın geçmişte yaşanan yaygın ve salgın denilebilecek bir hastalığı ve o dönemin gerçekliğini anlattığını ifade eden Çetin, Kitapta anlatıcı görevini hastalardan biri üstleniyor. Binlerce hastanın sorumluluğunu üstlenen Musa, masumiyetini yitirmeden ve kendi kendine çizdiği yoldan çıkmadan ilerliyor. Bir yoldan bahsettiğimize göre, aynı zamanda bir yol romanı da diyebiliriz buna.”
Buraya kitaptan bir paragraf alıntılayıp yazıya devam etmek istiyorum. Böylece yazarın neyi nasıl yazdığına dair küçük bir fikrimiz olabilir: “Yol boyunca boğucu sıcaklar amansızca saldırıyordu. Güneşin ışınları ellerime, yüzüme değmesin diye geri çekilip sırtımı koltuğa yasladım. Kardeşimin ölümünden bu yana güneşle temastan kaçınıyordum. Güneş ışınlarının yarayı azdırdığını epey zamandır biliyordum artık. Sıcakların başladığı günlerde Samet ağabeyim birinden duymuş, eve geldiğinde tembihlemişti beni. Daha önce kasabadakiler bunu bilmiyordu. Bilenler varsa da söylememişti.”
Teşhis edilmemiş hastalık
Romanın açılışından sonraki sayfalarda hikâyenin ipuçlarını öğreniyoruz. Zira o sıralar ulusal bir gazetenin iki muhabir ve bir doktorundan oluşan ekip Diyarbakır’a gelip hastalığın tetkikini ve haberini yapıyorlar. Medeniyet gazetesinde hastalığın ilk haberi yayınlandıktan sonra ilgi uyandırmış ama bilinmeyen, henüz teşhis edilememiş feci bir hastalıktan ve dolayısıyla ölümden kurtulmak için İstanbul’da tedavi edilmek üzere hastalardan birini gazete adına götürmek ister Diyarbakır’a gelen Medeniyet gazetesi ekibi. Böylece Musa hayatı bir imkana kavuşur. Romanın merakla okunmasını sağlayan önemli bir gelişme de, şaşırtıcı ve de enteresan yan hikayeler ve yan karakterlerin devreye girmesidir. Ünsal, Turan, Dr. Ragıp, Mahmut, Beşir ve Tellal Bedo’nun anlatımlarıyla adeta dönemin ruhunu canlandırılır, sahih, inandırıcı sahneler oluşur ve başarılı tasvirler çizilir.
İstanbul’daki tedavi sürecinde roman tekniklerinden geri dönüşler, mektup, montaj, iç sesler ve monologlarla tarihin bir kesitinde yaşanmış ve halen izlerini taşıyan felaketi edebiyatın sınırlı imkanlarını kullanarak romanın ayakları sağlam bir şekilde yere basıyor olması, meramını anlatmaya, hesaplaşmaya ve yüzleşmeye çağıran Musa’nın haklı sebepleri vardır.
Zehirli buğday
Daha iyi anlamak için Musa’nın babasından gelen mektupların birinden bir parça okuyalım:
“Kıymetli Oğlum Musa,
Annen, ağbeyin, ablan, herkes iyidir. Selam eder, karakaşlarının altındaki gözlerinden öperler.
Senden hiç mektup alamayınca telaşlanıyorduk. Gazetede hakkında çıkan yazılar ve fotoğrafların bizim için mektuptan daha kıymetli sayılırlar. Senin tedavi edildiğin haberlerini okuyunca hepimiz rahatlıyoruz, hep beraber seviniyoruz burada. Tabii mektup yazabilseydin gönderirdin bize. Vaziyetini bildiğimizden bunu dert etmiyoruz. Sen de dert etmeyesin oğlum, sakın yazamıyorsun diye meraklanmayasın. Bizim için gazetede çıkan haberlerin de mektup kadar makbuldür. Hem de mektuptan daha evla, daha kıymetlidir bizim için. Gazetedeki fotoğraflarını görenler, duyanlar dükkâna, eve gelip söylüyorlar. Yani çok meşhur olmuşsun. Allah nazardan saklasın oğlum.
Artık iyileşmişsin. Sana birkaç havadis vereceğim, ama hiç dert etmeyesin kendine.
Bazı insanlar tohumluk buğday ekmeği yiyenleri hor görüyorlarmış, bazıları ‘meselenin esasında başka şeyler var’ diyorlarmış. Herkes bir şey söylüyor. El ağzı, çuval ağzı değil ki büzesin. Bazılarının boş boş laf ettiklerini duydukça sinirlerim tepeme vuruyor. Tamam, akıllı davranıp tohumluklardan almamış olanlar veyahut almışlarsa da ekmeğini yememiş olanlar, filhakika iyi etmişler. Peki bu adamlar biliyorlar mıydı buğdayın zehirli olduğunu? Eğer biliyorlardıysa neden kimseye söylememişlerdi? Kanaatime göre, böyle boş konuşanlar o buğdayı gönderenler kadar bu işten mesuldürler. Yok, eğer bilmiyorduysalar tesadüfen bulaşmamışlar bu işe demek. O zaman da böyle afra tafraya ne lüzum var, insanları hor görmeye ne hakları var?
Kitabın etkisi!
Musa kasabaya geri dönüşü ve tarihsel olarak kayıtlara geçmiş ama halının altına süpürülmüş trajik bir gerçekliğin finale kadar akıcı bir şekilde kurgulanıp yazılmış olması, okuyanları uzun süre etkisi altında bırakacaktır.
***
Musa Anter, Birîna Reşi gündeme getirdi
Bu salgının yerel gazetelerde yer alması sonrasında Musa Anter, Amed'e gelerek hastalığa yakalanan ilçeleri ve köyleri gezerek gözlemlerini yazar. Kürt Bilge Musa Anter, İleri Yurt gazetesinde bu olayı sık sık yazdıkça, Sağlık Bakanlığı da düzenlediği sahte raporlarla bu yazılara cevap verir.
Musa Anter, Hatıralarım adlı kitabın 186. sayfasında Birîna Reş olayın gelişimini şöyle anlatır:
(...) Tüm Güneydoğu'da buğday ekim ayında ekilir. Ama nisan ayında, en şiddetli zehirlere bulanmış yüz binlerce ton buğday, DP'li hükümet, yöre ağa ve şeyhlerine tohumluk olarak dağıtılıyordu. Tabii dağıtılan bu yüz binlerce ton buğday, toprak ağaları tarafından fakir fukara Kürt halkına arpadan ucuz bir fiyatla satılıyordu. Bu buğdaylar, bilinçsiz Kürt halkı tarafından öğütülerek un yapılıyor ve daha sonra da bu undan ekmek pişiriliyordu. Ama gel gör ki, bu güya haşere için kullanılması gereken buğday, bilinçli bir şekilde Kürt halkını mahvetmeye yönelik olarak kullanılıyordu. Kısa bir zamanda bu, en çok da çocuklar üzerinde tesirini gösterdi. Bu zehrin çocukların vücutlarında açtığı yaraya, halk arasında 'Brina Reş', yani 'kara yara' dendi. Ben o vakit Diyarbekir’de İleri Yurt gazetesinde çalışıyordum. Bu realiteyi çokça dile getirdim. Ama canavarlar Kürdistan suyunu kurutmak için planlarını uygulamaktan vazgeçmediler. Bu ara Diyarbekir havalisinde bir gezinti yapmış; Çüngüş, Dicle, Hazro, Lice, Hilvan, Çınar ve Bismil'i gezmiştim. Bu ilçelerde çoğu doktorsuz olan sağlık ocaklarına uğradım. Buralarda 'maymun' yavrularına dönüşmüş, yüzlerce yara bere içinde çocuk gördüm. Çocukların tüm yüzleri kara kara ve bir karış boyunda kıllarla kaplıydı. Yüzleri ve vücutları, çeşitli yerlerinden parça parça etler dökülmüş, iyileşmez yaralarla doluydu. Çocukların büyük bir kısmı ölüyordu...
4 perdelik piyes olarak yazıldı
Musa Anter, 49'lar Olayı diye bilinen davadan dolayı 1959'da İstanbul'da tutuklu iken, 'Birîna Reş' (Kara Yara) adlı 4 perdelik oyunu Kürtçe olarak yazdı. Kitap, 1999 yılında Avesta Yayınları tarafından, Kürtçe ve Türkçe dillerinde yayımlandı. Piyesin konusu kısaca şöyle: Diyarbakır'a bağlı Zorava adlı beylere ait köyde yaşayan Biro ile Zino'nun 8 çocuğundan 7'si ölür, sağ kalan oğlu Bedo'yu okutmaya didinirler. Bedo Diyarbakır Lisesi'ni bitirdikten sonra, İstanbul'da tıbbiyeyi okuyup doktor olur. Atamasını Diyarbakır Devlet Hastanesi'ne yapılmasını ister. İsteği olur. Bir ev kiralar Diyarbakır'da. O dönemde salgın olan hastalığa yakalanan yoksul insanların çocuklarını, mesai saati dışında, evinde ücretsiz olarak tedavi eder.
***
Nazım Hikmet'in yazdığı şiir
Musa Anter'in piyesini yazdığı dönemde, Nazım Hikmet de Moskova'dayken gazeteden öğrendiği bu olayı, 'Gazetedeki Fotoğraflar Üstüne' başlıklı şiiriyle hem Musa Anter'i destekler, hem de bu hastalığa yakalanan Kürt çocuklarını yazar. Nazım'ın 3 Ağustos 1959'da yazdığı şiir şöyledir:
KARA YARA
Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne
iki çıplak yavrucuk,
Birinci sayfada iki sütun üstüne
bir avuç kemik deri
Delinmiş patlamış elleri,
Biri Diyarbakır'lı, Ergani'li biri.
Kolları, bacakları, kargacık burgacık,
kafaları kocaman,
ağızları korkunç bir haykırışla açık,
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık.
İki kurbağacık
kara yaralı iki yavrum benim,
Yılda kim bilir kaç bininiz
acı suya bile doymadan gelip gidiyor...
Ve, Müsteşar bey:
(Kara yaraya tutulası)
'Endişeye mahal yok' diyor.
***
Hastalık nasıl ortaya çıktı
1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye NATO'ya üye olur. Marshall Planı kapsamında Türkiye'ye gıda yardımı yapılır. Gönderilen yardım içerisinde 100 bin ton ekmeklik buğday da vardır. 30 Nisan 1955 yılında antlaşma imzalanır. Gemilerle Türkiye'ye getirilen buğdayın içinde, Tilleta trici adlı zararlı mantara karşı kullanılmak üzere Heksaklorobenzen adlı ilaç da karıştırılmıştır. Bu ilaç, zararlı mantarları yok etmekte kullanılan bir çeşit böcek ilacıdır. Zehirli buğdayları başta Amed'e, ardından da Urfa ve Mardin'e gönderilir. Yoksul köylüye dağıtılan zehirli buğdaylarla ekmek pişirilir ve yenilir. Buğdayı yıkamadan ve uzun süre yiyen çocuklarda hastalık süreci ölüme götürür. Hastalık, ilk olarak 1958 yılında Hilvan ile Mardin'in Savur ilçesinde ortaya çıkar. Ve bir salgın halinde yayılır. Çocuk ölümleri artar. Sonraki aylar içerisinde yoğun hasta sayısı Amed, Mardin, Urfa, Muş ve Siirt'te görülür. Hastalığa yakalananların çoğunluğu, 4 - 14 yaş aralığında bulunan erkek çocuklardır. 1960'a gelindiğinde yaklaşık 4 bin çocuğun bu hastalığa yakalandığı tespit edilir. Bunların büyük kısmı yaşamını yitirir.
***
Vedat Çetin kimdir?
Amedli olan yazar birçok gazete ve dergilerde yazıları yayınlandı. Deneme, makale, kitap eleştirisi, gezi yazıları, Özgür Gündem, Evrensel ve radikal iki gazetelerinde; Öyküleri, İnsancıl, Adam Öykü, Evrensel Kültür ve 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergilerinde yayımlandı. 2001'de Bir Şair Bir Şehir tek kişilik oyun metni yazdı, 2002'de sahnelendi. 2004'te Yorgun ve Uzak adlı öykü kitabı yayımlandı. 2012'de Nasso, Bir Süryani’nin Anıları ve 2013'te Puç Oldum adlarında iki kitabı yayımlandı. 2017 yılında Nilüfer Belediyesi tarafından düzenlenen Yılın Yazarı Orhan Kemal Öykü Ödülü'nde mansiyon aldı.[1]